30 Aralık 2009 Çarşamba


CERRAHPAŞA'DAN SATIŞA BASIN AÇIKLAMASI!

ZİLLİYET yazarları Üniversitelerinin satışına ilişkin Cerrahpaşa'da yapılan basın açıklamasına destek verirken, Öğrenciler Adına Zilliyet Genel Koordinatörü Bayram Şahin konuştu.

İSTANBUL Üniversitesi Sosyal Tesislerinin özelleştirilmesi kararının durdurulması için SES( Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası) ve Tez Koop-İş üyeleri ile öğrenciler birlikte eylem yaptı.

SES Aksaray Şube Başkanı Songül Beydilli, halkı mağdur eden politikaları üretenlere karşı birleşmek gerektiğini belirtti. Hak arama mücadelesi için yaptıkları eylemlerle ilgili Başbakan’ın söylediği sözlere değinen Beydilli, “Bizi provokatörlerin kışkırttığını iddia ediyorlar. Bizi kışkırtan hükümetin kendisidir. Provokatörü başka yerde kimse aramasın. İşimize, ekmeğimize, sağlığımıza göz dikenler halkı provoke ediyorlar” dedi.

"Sattırmayacağız!"

Cerrahpaşa ZİLLİYET Gazetesi yazarlarının da destek verdiği eyleme, İstanbul Üniversiteli öğrenciler de katıldı. Öğrencileri adına konuşan CTF 4. sınıf öğrencisi Zilliyet Gazetesi Genel Koordinatörü Bayram Şahin de: "2005 yılında yemekhaneleri özelleştiren ve işçileri 13-14 saat çalıştıran, sağlığı özelleştiren; paran kadar sağlık hizmeti diyen zihniyetin, bugün de sosyal tesisleri satmak istediğini, Tıp Fakültesi öğrencileri olarak üniversitelerini sattırmayacaklarını söylyen Şahin,. Üniversiteler bizimdir, bizim kalacak" diyerek Sosyal Tesis işçilerinin yanında olduklarını dile getirdi.. Ortak basın metnini okuyan SES Aksaray Şube yöneticisi Aydın Erol, İÜ’de çalışan işçiler, memurlar ve öğrenciler olarak güçlerini birleştirerek birlikte hareket edeceklerini söyledi. Aydın, “Üniversitede taşeron şirketler aracılığı ile hizmet üretilmesine, üniversitelerin rant kapısı haline getirilmesine, işçilerin, memurların ve öğrencilerin haklarının gasp edilmesine izin vermeyeceğiz” dedi.

ZİLLİYET/Cerrahpaşa İnternet Haber

26 Aralık 2009 Cumartesi

ZİLLİYET Yarıyıl Tatiline girdi!


"Onun-Bunun-Şunun"
Sesi ZİLLİYET geçen hafta çıkan son sayısı ile, okuyucularına bi' aylık bir tatil izni verdi!

Bir Dönem boyunca ZİLLİYET Kadrosu,

Genel Koordinatör: Bayram Şahin
Editörler: Baturalp Güner, Eren Özgür, Enis Akyüz, Nazım Yıldız,
Yazarlar: Ahmet Çağlar, Aylin Şafak, Battal Emre Şahin, Baturalp Güner, Bayram Şahin, Ceren Civcik, Çiğdem Arslan, Dilek Hilal İmamoğlu, Duygu Tuncel, Ekin Aktürk, Enis Akyüz, Eren Özgür, Hatice Yoldaş, Nazım Yıldız, Özcan Ekin Kayan, Perçin Yergin, Yasin Ceylan
Redaksiyon: Baturalp Güner, Çiğdem Arslan, Görkem Arıca, Nazım Yıldız
Grafik-Tasarım: Baturalp Güner
Karikatürist: Bayram Şahin
Webmaster: İsmail Can Çiftçi
Dağıtım: Basın Yayın Kulübü üyeleri

Ve öneri-eleştirileriyle daha kaliteli bir ZİLLİYET için çaba sarf eden Öğrenci arkadaşlara ve Öğretim Üyelerine Teşekkürler...

İkinci Dönem Görüşmek Dileğiyle...

ZİLLİYET

25 Aralık 2009 Cuma



Satiliyoruz!

Cerrahpaşa ve Çapa Tıp Fakültesi’nin kantinleri ve otopark alanları satışa hazırlanıyor

İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü geçtiğimiz hafta Cerrahpaşa ve Çapa Tıp Fakültesi’ndeki kantinleri ve otopark alanlarını özelleştirme kararı aldı. Alınan karara göre, üniversite bünyesinde otopark ve kantinler için bir şirket kurulup, şirket ihale yoluyla özel bir şirkete satılacak. Ayrıca İstanbul Üniversitesi'ne ait sosyal tesislerin de satılması kararını alan Rektörlüğün, satışları AKP'ye yakınlığı ile bilinen Albayrak A.Ş’ ye ihale edeceği aldığımız duyumlar arasında.

ZİLLİYET: Aydın Bey, otopark ve kantinlerimizin özelleştirilmesinin yolu açıldı, peki bizi bekleyen gelişmeler neler?

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Yöneticisi Aydın Erol: Evet, geçtiğimiz hafta özelleştirme kararı imzalanmış. Tüm Sosyal Tesisler ve Tıp Fakülteleri bünyesindeki kantinler ve otopark alanları satılacak. 600-650 civarında çalışan personelin, ise akıbeti belli. Özelleştirme ile birlikte taşeron firma iş başına geçip, sendikal hakkı olmayan, çalışma saatleri fazla, asgari ücretle çalışan işçilerle buraları çalıştırıp daha fazla kar etmeye çalışacak.

ZİLLİYET: Peki çalışan personel ne yapmayı düşünüyor?

Aydın Erol: Tez-Koop İş Sendikası’nda örgütlü olan işçiler geçtiğimiz hafta Çapa Tıp Fakültesi’nde bir basın açıklaması yaptı, bu hafta da Cerrahpaşa'da yapacak.Fakülte öğrencilerinin de bu basın açıklamalarına destek vermeleri gerekir. Bu konu sadece çalışanların değil, daha çok öğrencileri etkileyecek bir konu. Çünkü satılan yer, üniversitenin birimleri, öğrencilerin faydalandığı yerler.

2005'te de Yemekhaneler özelleşmişti
2005 yılında yemekhanelerin özelleşmesiyle beraber, yemekhane işçileri güvencesiz-asgari ücretle- 13 saate kadar çalıştırılmaya zorlandı.

Kantin Fiyat Listesi yükselecek mi?
Yemekhane özelleştirilmeden önce yemekler 1 TL idi, özelleştirilme sürecinde öğrenciler etkili boykotlarla süreci protesto etti. Özelleştirme sonrasında tabii ki fiyatlar yükselemeyecekti ama Rektörlük hesapta olmayan bir işe elini attı ve öğrenci başı özel şirkete 3.75 TL para veriyor. Bu da yemek ücretinin yükselmediğini sanmamıza neden oluyor. Ama kantinlerde böyle bir durumun olması olası değil. Rektörlük kantinden içtiğimiz çayın yarı parasını özel şirkete aktarmayacak. Yani kantin fiyat listesinin yükselmesi kaçınılmaz duruyor. Bayram Şahin/ ZİLLİYET
ÇAKI-YORUM

Oliver Çakı

Yoldaşlar bugün çok yoğunum, müjdeli haberi alınca duramadım, düğünden kalan altınları bozdurmaya sirkeciye gidiyordum ki aklıma okuyucularım geldi. Hesapladım, özelleştirmeden bir kantin kapatsam ömrümün sonuna kadar çekirdek çıtlayabilirim. Ama biliyorum ki zavallı öğrencileri bu kara ormanda yalnız bırakamam... Neyse.
Şu fakültede bilimum Pavlov oyunları ve beyin yıkama teknikleriyle inandırılmak istediğimiz yalanlardan biri de, idealist olmadığımız iddiasıdır.
O zamanlar bazılarına çok uzak gelebilir, "İnsanlık! Kutsallık!" bulutlarıyla fakülteye giren bir sevgi kelebeğidir ilk senesindeki bir öğrenci. Bu "megali idea"lar, nedense öncelikle iki sene zulada bekletilir. Bu sürede uzayıp kısalan telomerler, radyoaktif materyaller ve kükürtlü aminoasitler gibi bilimum fantezi materyaline maruz kalınır. Fizyoloji labındaki spirometrelerin kocaman silindirleri ezer bizi. F, DD falan alırız. Bu alçak baskı, "ulan acaba yanlış mı yaptım?" sorusunu sorana kadar devam eder.
Ve işte masum düşüncelerimize saldıran dış mihraklar hain planlarını üçüncü sınıfta ".....'e giriş" derslerinde uygulamaya başlarlar. İşte bu anda başlar ilk pratik. Ah, ah yoldaşlar. Ne büyük bir andır o. Nasıl koşup da alınır ilk steteskop, o gömlek nasıl bir gururla giyilir. Hedef bir dahiliye servisidir. O an hastayı sırtında taşımaya, rektal tuşe yapmaya, bıraksalar laparotomi yapmaya hazır olan ateşli öğrencilere asistanın verdiği "607'den anamnez alın!" yanıtı cephede bozgun etkisi yaratır. İki senedir içinde bulunduğu tatminsizliğe karşı İstiklal Harbi'ni başlatan öğrenciler tek kroşede yıkılır.
Yedi kişi girilen odada, hastaneye on birinci yatışını yapmış yetmiş yaşında bir nörobehçet hastası yatmaktadır. Saf-i şikayet dedenin şikayet kısmını geçebilen öğrenci plaketi, hikayeyi alabilen İstiklal Madalyasını hak etmiştir. Ayakta iki saat, anlatılmaz yaşanır, ayaklar şişer, bel ağrısı bir bela. İnsanın içi geçer... Dede, hala anlatmaktadır.
Hamam gibi odaya 11 kişi girip ter atmaktan, ekmek kuyruğu gibi kuyruğa girip hasta muayene etmekten bıkabiliriz. Bu süreç içinde içi geçmiş muşmula asistanlar ve dinozorlar tarafından kovulabilir, aşağılanabilir, inhibe edilebiliriz. "Bir şey öğrenmek istemediğimiz, kaçtığımız, boş insanlar olduğumuz" söylenebilir. Hoca her zaman haklıdır. Bu ortamda kendine güvenini ve inancını kaybetmeyeni, kavanoza koyup histolojide sergilemek lazım gelir.
Canım yoldaşlarım, yapmanız gereken buraya her adım attığımızda yuvarlak, metal, devasa bir sirk kapısından içeriye girdiğimizi unutmamaktır. Bu sirkte öğrenciye düşen görev hastanın başında aslan terbiyecisi, sınavın önünde ip cambazı, sözlüde tek tekerlekli bisiklet üstünde on top döndüren palyaço olmaktır.
Burayı sevelim, Cerrahpaşayı bir sirk, bir maskeli balo, bir çılgın seks partisi gibi yaşayalım yoldaşlar. Herkesi öpüyorum.


Yine Polis Yine Şiddet


Cop, gaz, gözaltı, şiddet… Yine polisten bahsediyoruz, evet. Geçtiğimiz haftanın bilançosu ise çok dramatik. Polis artık devletin kolluk kuvveti niteliğini yitirmiş ve hükümetin emrinde, hükümetin uygulamalarına karşı ama legal ama illegal, her çeşit başkaldırıyı, hak arama eylemini elindeki hukuka dayandırarak şiddetle cezalandırır hale gelmiştir.

Geçen hafta Birleşik Taşımacılık Sendikası ve Türk Ulaşım Sendikası, 25 Kasım Genel Grevi’ne katıldıkları için haklarında soruşturma açılarak geçici bir süreyle işlerinden uzaklaştırılan arkadaşları için eylem yaptı. 16 kişi için yeniden iş bırakan işçilere özellikle Haydarpaşa Garı’nda oldukça sert bir şekilde müdahale edildi. Üç sendika yöneticisinin de gözaltına alındığı olaylarda biber gazı kullanan polis, bazı basın mensuplarının da gazdan etkilenmesine sebep oldu.

Binlerce işçinin özlük haklarını, maaştan sosyal güvenlik ve emeklilik şartlarına kadar her açıdan etkileyecek olan TEKEL özelleştirmesini karşı direnen işçilere karşı da yine bildiğimiz bir tavır takınıldı. Özelleştirme ile beraber işçiler 4-C kadrosuna kaydırıldı ve maaşları 1400 liradan 650 liraya düşürüldü. Bu şartlar altında 106 otobüsle Ankara’da AKP genel merkezi önünde küçük çaplı bir işgal başlatan işçiler öncelikle Abdi İpekçi Parkı’na yönlendirildi, sonra ise polisin coplu gazlı saldırısına maruz kaldı.

Yeni yılda sözleşmeleri sonlanacak olan ve yeni sözleşmeyle ilgili herhangi bir bilgi alamayan itfaiyeciler de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yürümek istediler. İroniktir, itfaiyecilere karşı polis, gaz ve copun yanında tazyikli su kullandı.

Bütün hafta hak arayanlara karşı şiddet uygulayan polis, son olarak bir de engelli vatandaşların yaptığı eylemde çirkin tavırları yüzünden tepki topladı. Mecidiyeköy’deki metrobüs durağında toplu taşıma sistemine fiziksel engeller yüzünden ulaşmakta zorlandıklarını belirtmek için toplanan engelli vatandaşlar, fiziksel anlamda herhangi bir özrü olmayan vatandaşlardan tepki topladı. Beş dakikalık gecikme yüzünden engellilere tepki gösteren vatandaşın bu tepkisini takiben polis de eylemin kısa kesilmesini istedi. Bir memur ise, dağılmak için ortamın boşalması gerektiğini belirten ve yardım isteyen bir engelliye “Bana mı sordunuz buraya inerken!” şeklinde cevap verdi.

Sorsak her şey münferit. Ama görüyoruz, yılların otoritaryen bürokrasiye göbekten bağlanmış devlet yapılanmasının mirasına bir hükümetin bu denli çöreklenebileceğini düşünemeyen kesimler bile bugün polisin tavrı karşısında isyan ediyor, yarattıkları canavardan dert yanıyor. 90’ların ortasında madenlerin ve bahçelerin sahiplerinin emrinde, Amerika’daki ilk ciddi işçi örgütlenmelerinin grevlerini kıran “Vigilante” oluşumları gibi, bugün Türkiye’de de kurallarını hükümet eliyle kendi koyan (Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu) bir polis yapılanması görüyoruz. Her türlü denetimden uzak, Bilgi Edinme Yasası kapsamında bilgi isteyen avukatlarla dalga geçiyorlar hatta. 1 Mayıs 2007’den sonra polise biber gazı ile ilgili sorular yönlendiren Avukat Emre Baturay Altınok’un aldığı cevaplar:

Soru: Emniyet Genel Müdürlüğü’nün stoklarında 2007 için ne kadar biber gazı var?
Cevap: Stoklarda ‘yeteri kadar’ mevcuttur.

Soru: 2006’da ne kadar biber gazı kullanılmıştır? Stoklarında 2007 senesine artan varsa bunun miktarı nedir?
Cevap: Yasadışı toplumsal olaylarda 2006 senesi içerisinde ‘gerektiği kadar’ kullanılmıştır.

Soru: 1 Mayıs 2007 tarihinde Taksim de ne kadar biber gazı kullanılmıştır?
Cevap: Yetkili amir tarafından ‘belirlenen miktarda’ gaz mühimmatı kullanılmıştır.

Soru: Biber gazının kullanımındaki ölçünün sınırı nedir?
Cevap: Yasadışı toplumsal olayın mahiyetine göre saldırı ve şiddetle orantılı olarak biber gazı kullanılmaktadır.

Soru: Emniyet güçleri tarafından kullanılan biber gazının üretimi Türkiye’de yapılmakta ise bu üretimi kim ve nerede yapmaktadır?
Cevap: Üretimi ülkemizde yapılmamaktadır. Alımlar ihale usulü yapıldığından, ihaleyi kazanan firma tarafından ‘çeşitli ülkelerden’ temin edilmektedir.

Soru: 1 Mayıs 2007’de biber gazından kaynaklı olduğu düşünülen İbrahim Sevindik adlı vatandaşın ölümü ile kolluk kuvvetleri hakkında bakanlıkca açılmış bir soruşturma var mı?
Cevap: Biber gazından öldüğü iddia edilen adı geçen vatandaşın sürekli olarak kalp hastalığı nedeniyle tedavi gördüğü, 1996’da by-pass geçirdiği, adı geçenin ölümü nedeniyle herhangi bir şahsa atfı kabil kastı ya da kusuru bulunmadığından, Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı kararı ile çevik kuvvet görevlileri hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir.

Şimdi hesapta bu durumu engellemek için de Başbakanlık Bilgi Edinme ve Değerlendirme Kurulu adında bir kurum var. O dönemde bu bilgilendirmeden memnun olmayan avukat, bu kurula şikayette bulundu ve itiraz etti. Ancak kurul Altınok’a verilen cevapların yeterli olduğuna karar vererek itirazı reddetti.

Velhasıl polis hükümetçe korunuyor, hükümet polis tarafından savunuluyor. Sivil otoritaryen devlet hızla inşa ediliyor, silahlar her zamankinden fazla gölge ediyor, üstelik şehirlilerin korktuğu gibi, ilk kez bu kadar çok şehirlere inmiş olarak.

Eylemlilik halinden vazgeçmemek gerekir. Yoksa İlhan Erdost, Festus Okey ya da Metin Göktepe gibi bir köşede en sessiz ölüme nail olacağız. Nazım Yıldız/ ZİLLİYET

Korkunç Arzular 2

WHO'nun renkleri sakıncalı!

Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) hastalığın aciliyet derecelerini sembolize eden 'sarı- kırmızı- yeşil' yön şeritleri Batman'da sakınca yarattı!

400 yataklı Bölge Devlet Hastanesi acil servisindeki şeritler, iddiaya göre, terör örgütünün renklerini simgelediği gerekçesiyle polis tarafından fotoğraflandı ve ardından Başhekim Erol Çeliker’in talimatıyla söküldü. SES Şube Başkanı Deniz Topkan, şeritlerin valilik talimatıyla kaldırıldığını ileri sürerek, “Dünyanın her yerinde var. Kırmızı ağır hastaların tedavi görmesi gereken yönü, sarı acil olmayanları, yeşil ayakta tedavi olacakların gideceği yönü gösterir” dedi. Perçin Yergin/ ZİLLİYET

Türkiye'de Erasmus olmanın Dayanılmaz Hafifliği
Erasmus, elinize aldığınız paraya kadar her şeyi farklı bir yaşam, farklı bir deneyimdir. Avrupa Birliği de reklamımızı iyi yapıyor olmalı ki Türkiye'de Erasmus öğrencisi olmaya niyetlenen zavallı öğrenciler çıkabiliyor.
Tabii, sokakta yürürken arabadan inip sizi zorla arabalarına bindirmeye çalışan apaçilerle baş etmek, bilimum tacize uğramak, nevruz ateşi üstünden atlayan gençleri izlerken göz altına alınmak gibi sonsuz maceralara atılmak istiyor olabilirler, o kadarını bilemiyoruz.
Geçenlerde Monika Lis arkadaşımızın korkunç deneyimini bir haber ile duyurmuştuk. Sokakta yürürken bir serseri kurşun ile omzundan vurulan Monika, Öner Süzer Hocamızın müdahalesi ile fakülte içindeki öğrenci yurduna taşındı.
Biz de Erasmus öğrencilerini haber yapmaktan kurtulduğumuzu düşünüyorduk. Derken, güzel memleketimiz, öğrencilere yeni bir sürpriz yaptı. Fakülte'nin kız öğrenciler için ayırdığı apartman dairesi soyuldu.
Polise durumu haber vermeyi düşünen öğrencileri, iyiliksever sınıf arkadaşları durdudu. Monika'nın vurulduğu akşam karakolda komiser'in açıklamalarını dinleyen arkadaşımız olayın şoku ile 10 gün yoğun bakımda yatmıştı. (adamı tanıyoruz(!), biz yakalarız onu(!))
Polonya'dan 2007 yılında gelen ilk öğrenci grubu da ikinci haftalarında memleketimizin gerçekleriyle tanışmıştı. Evlerini ziyaret eden bir hırsız grubu öğrencilere sessiz bir hoşgeldin partisi düzemişti.
Aslında, olayın artı yönleri de yok değil, CIA 2009 fact book bilgilerine göre ülkemize gelen yabancılardan çalınan mallar ülke gayri safi milli hasılasının %1.1'ini oluşturuyor. Memleketimiz Erasmus'ların etinden, sütünden yararlanmayı iyi biliyor. Baturalp Güner/ ZİLLİYET

21 Aralık 2009 Pazartesi


ÇAKI-YORUM


Oliver Çakı

Biz tıpçıların ortak hücre markerlarından biri de Napolyonperver kişilikler olmamızdır. Napolyonofil kişilik başta kulağa tanıdık gelmeyebilir.
Napolyonculuk, kısaca acıkınca yiyip gelince kakanı yapmak yerine beş öğünlük yemeği biriktirip açlıkten ölecekken yemek, kakanı 4 gün tutup morbid defekasyon yapmak gibi bir şeydir. Evet, Napolyonperver kişiler bir şeyin "über"ini yapmayı çok severler, normal, sıradan şeylerden, ve başarısızlıktan korkarlar.
Napolyonperverliğe gidişte en önemli risk faktörlerinden biri "Maşşallah, bu çocuk bilim adamı olacak.", "çok zeki", "derece yapacak" tarzı yaklaşımlarla gazın tillahını veren çevresel etmenlerdir. "Başarılı" olabilmiş büyük şahıslardan duyulan "Ne yaparsanız en iyisini yapın" "Çöpçü olun ama KIRALI olun" sözcükleri kafalara formatlanır. Başarısının gazıyla mavi parkasına apolet üstüne apolet takan Napolyonperver aldığı son madalya ile kendini üniversitede bulur.
Biz Napolyonperverler üniversitede her genç gibi sanata, edebiyata, dünyaya merak salarız. Her genç gibi aşık oluruz. Ama bugüne bugün bizim de parkamızla, kayık şapkamızla bir raconumuz vardır. Bir kere başarısızlık bizi sıkar. Müziğe merak salarsak en iyi virtüözler gibi çalmayı hedefleriz, derdimiz fotoğraf ise en über sanatçıların kareleri gibi çekmek isteriz, (tabii ki) olmayınca da "bizim makinemiz niye onlarınki gibi çekmiyor!" diye şikayet ederiz. Elli tane kitap alırız, sonra okumak için en "edebi" anımızın gelmesini beklemeye başlarız.
En iyisi de bizim aşık olmamızdır. Bir kere bizim için "reddedilme ihtimalinin varolma ihtimali" bile caymak için yeterlidir. Sonra bizim aşkımız en büyük aşk olmalıdır, ve en muhteşem anda söylenmelidir. Evet, yirmi dört karatlık aşkımızı King Kong'un ellerinden Terminatör gibi kurtarıp yerde yuvarlandıktan sonra Brad Pitt gibi öpeceğimiz anı bekleriz, biz.
Ne güzel değil mi? Hepimizin ortak olarak girdiği (ve sebebini anlayamadığımız) okul depresyonundan sonra, hepimiz için gelecek olan o an gelir. O an, herhangi bir gün olabilir. O an, hayatın birinci olma döneminin kapandığı gerçeğinin yüzümüze çarptığı andır. Şevkle alınan fotoğraf makineleri atılmış, üzerinde bin tane alıştırma yapıp arkadaşlarımıza bir şarkı bile çalmadığımız gitarımız dolaba kaldırılmıştır. Bir sene önce aldığımız şiir kitabının ancak yirmi sayfası okunmuştur. Uygun zaman olmadığından (ya da eski kanka muhabbetini yapamamaktan korktuğumuz için) aramadığımız lise arkadaşlarıyla görüşmeyeli ÜÇ yıl olmuştur.
Ama ne olursak olalım biz Napolyonperverler başarının kokusunu iyi alırız. Moralimizi bozacağı için düşünmekten bile korktuğumuz "hayatımızın başarısız kısmını" yok saydığımız için boş vaktimiz bol olur. Ve evet bizim gibi kişiler, "çöpçü de olsa, KIRALI olur". Hatta kral olduğumuz için çok meşgul olduğumuzu, hayatımızın geri kalanına vakit ayıramadığımızı vs. Iddia edip; "başarısızlık" olarak nitelendirdiğimiz diğer hayatımızın üstünü ustalıkla da örtebiliriz.
Napolyonperver doğulmaz, olunur. Ama güzel şeydir Napolyonluk. Tek kötülüğü, kıral olsak da çöpçü kalacak olmamızdır.
Sevgiyle kalın yoldaşlar.
TIP ÖĞRENCİLERİ BİLİM GÜNÜ
CERRAHPAŞA'DA!

Özcan Ekin Kayan
CTF-ÖBAK 1988 yılı itibariyle kurulmuş ve günümüze dek aslanlar gibi çalışmalarına devam eden, fakültemizin İngilizce Tıp binasının alt katındaki odasında faaliyet gösteren, danışmanlığını Fizyoloji ABD. öğretim üyesi Prof. Dr. Oktay Seymen’in, başkanlığını ise 5. sınıflardan Çiğdem Tel’in yaptığı kulüptür. Fizyoloji ABD. seminer salonunda yaptığımız haftalık çarşamba sunumları ve dönemlik çıkarttığımız Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi faaliyetlerinin haricinde çalışma gruplarımız (fizyoloji, metabolizma, endokrinoloji, nöroloji ve nöroşirürji, immunoloji, parazitoloji ve mikrobiyoloji) aktif olarak toplanmaktadırlar. Kulübümüz bilimsel araştırmaya gönül veren öğrencilerle bilimsel araştırma yapan hocalarımızı bir araya getirmeyi kendine görev edinmiştir. Son 4 yılda 2 defa Eczacıbaşı Tıp Öğrencileri Bilimsel Araştırma Ödülü’nü kulüp üyelerimizden Dr. Erman Aytaç ve Dr. Fehim Esen kazanmışlardır.

Kulübümüzün medar-ı iftiharı, 2007 ve 2009 yıllarında düzenlenen IMSRC’07 ve IMSRC’09 (International Medical Students’ Research Congress) adlı birbirinden büyük iki uluslararası kongredir. İki senede toplam 32 ülkeden 250-300 tıp öğrencisini elimizden geldiğince İstanbul’un eşsiz güzellikleriyle ve bilim dolu 3 günle ağırladık. Ancak bu sene de rahat durmuyoruz, 27 Şubat’ta Cerrahpaşa’da, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Bilimsel Araştırma Kulübü’nün de katkılarıyla, Cemi’i Demiroğlu Oditoryumu’nda ve Profesörler Kurulu Salonu’nda eşzamanlı sunumlar ve paneller zinciri şeklinde İstanbul Üniversitesi Ulusal Tıp Öğrencileri Bilim Günü’nü düzenliyoruz. Bilim günümüz sadece öğrenci çalışmalarından ve vaka sunumlarından oluşmakla kalmayıp aynı zamanda çalıştaylar ve hoca panelleriyle de renklendirilecektir. 27 Şubat’ta en büyük katılımı tabii ki Cerrahpaşa’dan bekliyoruz ve ekliyoruz: Ayağımızın dibindeki bu bilim gününde neden sizin de bir sunumunuz olmasın ki?

Demokratik
Kapanım !

Bayram Şahin
sahinb01@gmail.com


Türkiye'nin siyasi parti mezarlığına döndüğünü söylemeye sanırım hiç gerek yok. Siyasi Partilerin kapatılmasının anti-demokratik olduğunu, kapatmaların demokrasiye indirilmiş birer darbe olduğunu söylemek, artık klişelerdir(!)Ülkemiz ve demokrasisi bunları içselleştirmiştir! Demokrasi tanımımızın altına bunlar birer dipnot olarak düşülmüştür. Bir başka değişle biz bunları aşmışızdır. Türkiye halkı/medyası yani anlayacağınız her kesim, artık bu gelişmelere alışmış ve alıştırılmıştır. İstediğimiz partiyi, “vereceği karar belli olan” bir mahkeme ve onun kararı ile süslemekteyizdir. Eğer ki bir Parti kuruyorsan, ya bu mahkemenin “kurallarına” bir başka değişle “statüko”ya uyacaksındır – farklı bir söylem geliştirmeyeceksindir-, ya da bu mahkeme içinde örgütlenmeye çalışacaksındır. Geçtiğimiz yıl Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) kapatılmamıştır.Bundan 10 yıl önce olsa idi, aynı gerekçelerle kapatımış olacaktı. Ama aynı yıl içerisinde bir başka Siyasi Parti, mahkemenin tüm üyelerinin oy birliği ile kapatılabilmiştir. Bu ikisi arasındaki fark sanırım ülkemiz demokrasisinin ilerlediğinden ziyade, Anayasa Mahkemesi içerisindeki güç dengelerinin zaman içerisinde nasıl değiştiğini özetlemektedir.

***
Bir yılı aşkın süredir, ülke gündemini “Demokratik Açılım” yani “Kürt Açılımı” meşgul etmekteydi. Ama gelinen şu nokta, yapılan tüm konuşmaların, toplantıların daha da önemlisi; yeşertilen tüm umutların nafile olduğunun en açık/seçik göstergesidir.
Açılım tartışmalarının üzerinden henüz çok geçmeden, açılımın en büyük muhatabı olan Siyasi Parti kapatılmıştır. Bu durumdan AKP/CHP/TSK... hepsi memnundur. AKP “parti kapatmak anti-demoktariktir” deyip ardına bir “ama” eklemekten çekinmemektedir. AKP'nin kapatılması konusunda Anayasa Mahkemesine verip veriştiren tüm kesimler, “Mahkeme kararına saygılı olmalıyız” söylemlerinin ardına saklanmaktadır. AKP Kürt oylarını kaptırdığı, bir partinin siyaset arenasından çekilmesine sevinmektedir... Anlayacağımız tüm siyasiler, tıpkı Anayasa Mahkemesi üyeleri gibi, kapatma konusunda hemfikirdir!..

***
Kürt Hareketi, 19 yılda 7 tane parti kurmuştur, bazen biri kapanmadan yedek bir tane açmak zorunda kalmıştır. Her zaman kapatılma korkusuyla asılan tabelalar, çok kısa sürede indirtilmiştir! Bu Partilerin Mileltvekilleri öldürülmüştür, meclisten atılmıştır, hapishanelerde yatmıştır, binaları bombalanmıştır... Yok etmek için her türlü yöntem kullanılmıştır anlayacağınız...

***
Peki, istenen nedir? Siyasi bir partiden çok illegal bir oluşum mu istenmektedir? Neden Legal kanallar inatla kaptılmaktadır? Yasal zeminden neden bu kadar çekinilmektedir? 30 yılı aşkındır devam eden bu “kahramanca” mücadeledemizden vazgeçmeyi gururumuza mı yediremiyoruz? Çok mu kahramanız? Ama unutmamak lazım, kan akıyor... Hem ötekinden” hem de “berikinden“... İkisi de “bizden”!...
Vatandaş Vatandaşa
Borçlanirken...

Nazım Yıldız
Sosyal sorumluluk projeleri, vicdan muhasebeleri, vergiden düşülen harcamalar... Eli kolu bağlanmış bir devlet yapılanmasının vazgeçilmezi haline gelen gönüllülük halleri… Peki aslında kim kime borçlanıyor? Biraz deşmek lazım geliyor.
Son yıllarda girilen ekonomik darboğazlar beraberinde devletin asli görevlerine bakışında değişiklikler de getirdi. Son büyük Türk devletinde “Her şeyi devletten beklememek lazım” bir bürokrat şiarı haline geldi. Ha yine de kaldırımlar döşeniyordu, sökülüp tekrar döşeniyordu, durmadan kaldırım döşeniyordu, kafayı kaldırımdan kaldırınca biraz da üstgeçit yapılıyordu ancak sonra yine kaldırıma dönülüyordu; bir şekilde sıra sağlığa, eğitime, kültüre gelemez oldu.
Bu noktada devreye zengin vatandaşlar girdi. Devir Türkiye’nin artık kendi kendine yeten 11 ülke kulübünü (kandırmacasını?) terk ettiği devirdi ya, yine de hala biraz vicdan vardı ve sayesinde işler yürüdü. Devlet eliyle inceden inceye zenginleşen sınıfın mensupları okullar yaptırdı, hastaneler inşa etti. Gerçi çok defa bunların vergiden düşülmesi söz konusu oldu ancak yine de hantal bürokrasiyi aşmak konusunda yardımcı olabiliyorlardı.
Şimdi biraz düşünelim. Devlet esas fonksiyonlarını yerine getiremeyecek kadar ciddi bir acze düştüyse ne sıfatla vatandaşına sorumluluk yükleyebilir? Zorunlu hizmete gönderdiği doktoruna, mesleğini icra etmesi için gereken cihazların olmadığını ya da çocuğunu gönderebileceği okulun kilometrelerce uzak bir mezrada bulunduğunu söylerken, askerlik talep edebilme, seçimde sandığa gitmeyi şart koşabilme –ki ne anlamı var, seçilenleri huşu içinde meclisten çıkarabildikten sonra- hakkı var mıdır?
Devlet kendini doğrulamak için vatandaşlarının sırtına binmek zorunda artık. Üstelik iş, kendi eliyle zenginleştirdiği zümreyi aştı. Kısa mesajlarla 5 liramıza göz diker vaziyette şimdi. Ekleyelim, daha da vahimi artık kampanyaların kurumsal sosyal sorumluluk kapsamında çeşitli holdinglerce düzenlenmeye başlanmış olması. Yani kampanya süresince bir adet de logo görüyoruz ekranda.
Devlet bu asli görevlerinden azade, neye yarar? Halkın devlet yerine logolarla zenginleştirilmiş projeler yüzünden holdinglere bağlanması –ki hangisinin daha kötü olduğunu bilemiyorum- zengin zümrenin daha da zenginleşmek için yapacağı usulsüzlüklere karşı susmasına sebep olur mu?
Vatandaş vatandaşa devlet eliyle borçlanıyor. Yüzeysel olarak bakınca iş adamlarının hem vicdani mastürbasyon yaptığını hem de büyük paralarla ayarlayamayacağı reklam anlaşmalarının yaratabileceğinden daha ciddi bir potansiyel yaratan bir isim duyurma şansı elde ettiğini görüyoruz. Devlet de bazı sorumluluklardan kaçma şansını elde ediyor. Hesapta vatandaş da çocuğunu evine gayet yakın bir okula götürüyor ancak fiziksel şartlardan çok daha ciddi sorunlar var. Öğretmensizlik ya da doktorsuzluk, öyle ya da böyle, etiğe aykırı olarak nitelenebilecek bir süreç sonunda da olsa inşa edilen binaların sadece ve sadece çürümesiyle son buluyor. Konuyu dağıtıp bir de atama rezaletine girmeyeceğim lakin bu konuda da devletin sistematik bir işlevsizleştirilmeye tabi tutulduğu kesin. Hele ki sosyal devlet olgusunun gerektirdiği her alanda özel teşebbüsler bu kadar serpilirken bunu naif bir biçimde ekonomik darboğaza bağlamak oldukça saçma.
Benim aklım almıyor bir bankanın küresel ısınmaya karşı duruş sergileyebileceği. Hatta reklam söz konusuysa sanatçı kesim bile işe absürd bir duyarlılıkla yaklaşıyor; Live Earth gibi bir etkinliğe, kişisel jetiyle kıtalararası yolculuk yaparak katılan bir Madonna var misal. Hem sonra Formula 1 –ki petrol imparatorluğunun yarattığı en büyük afrodizyaktır- hangi cüretle dünyayı koruma amaçlı kampanyalara sponsor olabilir? Bunu anlayabilmek namümkün. Kapitalizmin toplumları ve doğayı düşünerek hareket etmesi maddenin ruhuna tamamen aykırı. E bütün bu projelerin de bu köhnemeye yüz tutmuş sistemin günah çıkarma ayini olduğu aşikar artık.
Uzatmayalım, okuduğu her bir yıl için büyük paralar döken bir öğrenci olarak ben vicdanen ne devlete ne de o kocaman binalardaki koca göbekli tüccarlara bir minnet duymuyorum. Ödevlerim mi varmış? Bunu da haliyle henüz anlamlandırabilmiş değilim. Ben kimseye borçlu değilim. Sivil sivil itaatsizleşiyorum mütemadiyen.
Direnişin Korkusuz Çığlığı: Erdal Eren
Duygu Tuncel

13 Aralık 1980 ülkemizin kara tarihine eklendiğinde Erdal Eren yaşı on yedi olmasına rağmen sırf ibret-i alem olması için idam edilen, ölümden yine de korkmayan bir gençti.

En acısı ise o zaman bu gence idam kararı veren hakimlerin de bildiği gibi bu karar 12 Eylül’ün “Asmayalım da besleyelim mi?” politikasının bir sonucu oluşudur.

Biraz da olayın başlangıcına dönelim. Erdal Eren ve arkadaşları, Sinan Süner’in MHP’li Bakan Cengiz Gökçek’in koruması tarafından vurularak öldürülmesi üzerine bir eylem yaparlar ve bu eylemde bir er ölür. Erdal Eren ise bu eri öldüren kurşunu attığı gerekçesiyle hızlı bir şekilde yargılanır ve idama mahkum edilir. 12 Eylül’ün baskıcı havası içinde sorgusuz sualsiz, hiçbir inceleme yapılmadan verilir bu karar. O dönemin kabarık ve acı bilançosu içinde canımızı en çok yakan bu ülkenin bir gencini yaşı dahi tutmamasına rağmen, dava dosyası doğru dürüst incelenmeden, hafifletici sebepler dikkate alınmadan ölüme yollanması oldu. En çok dikkat çeken ise kararı iki kez bozan Askeri Yargıtay 3. Dairesi’nden emekli hakim Ahmet Turan’ın, kararın ciddi bir adli hata olduğunu defalarca belirtmesidir

Hepimizin bildiği gibi 12 Eylül ve Kenan Evren dönemi tamamen kara bir zaman aralığıdır. Amacı demokrasi, eşitlik, özgürlük mücadelesi veren gençleri korkutmak, gücün kendi ellerinde olduğunu göstererek mücadele ruhunu zedelemekti. Darbeci general Kenan Evren “Asmayalım da besleyelim mi?”diyerek geniş kitleler üzerine uygulanan bu haksız sindirme politikasının özetini kendi ağzından çıkan bu sözlerle yapmıştır.

Maalesef hala günümüzde 12 Eylül’ün izlerini taşıyoruz. O dönemde işkence gören insanlar bu travmayla baş etmeye çalışıyor, akıllarına geldiğinde hala taze olan bir acıyı hissederek ağlayabiliyorlar. YÖK üniversitelerin özgürleşmesi ve ilerlemesinin önündeki en büyük engel olmaya devam ediyor.

Kısacası 12 Eylül aslında hala sürüyor. Darbecilerse yargılanmıyor.

AKP hükümeti “Darbeciler yargılansın” seslerine kulaklarını tıkamakla kalmayıp kendinden olmayana tahammülsüzlüğü, kadrolaşma politikalarıyla ülkede darbe havası yaratıyor.Hakkını arayan her insan bir şekilde sindiriliyor.12 Eylül’ün bize hediye ettiği bu zihniyet hala değişmedi.

Erdal Eren bu zihniyetin ölümcül sonuçlarının en somut örneklerinden biridir. Ve bizim görevimiz darbeye kurban verilen bu gençleri unutmamak, unutturmamaktır.

“Çok büyük bir ihtimalle bu işin ölümle sonuçlanacağını çok iyi biliyorum. Buna rağmen korkuya, yılgınlığa, karamsarlığa kapılmıyorum ve devrimci olduğum, mücadeleye katıldığım için onur duyuyorum. Böyle düşünmem, böyle davranmam, halka ve devrime olan inancımdan gelmektedir. Ölümden korkmadığımı söylemem, yaşamak istemediğim, yaşamaktan bıktığım şeklinde anlaşılmamalı. Elbette ki hayatta olmayı ve mücadele etmeyi arzularım. Ancak karşıma ölüm çıkmışsa, bundan korkmamam, cesaretle karşılamam gerekir.”

İşte Erdal Eren’in son mektubundan bir alıntı. O ölüme devrim mücadelesine sonsuz inancını büyüterek gitti. Onu idama mahkum edenlere inat, korkusuzca !
O devrimin korkusuz çığlığı!



Cerrahpaşalı olup da bir yakının veya kendisinin hastaneye düşmüşlüğü olmayan yoktur. Bizlere hekimlik sanatını öğreten ve Türkiye’nin en iyi hocaları olduğuna inandığımız hocalarımıza muayene olmak arzusu ile polikliniklerin önünde çok beklediğimiz olmuştur. Ama son dönemde hocalara muayene olmak isteyen öğrencilerden bazı hocaların fark ücreti istemesi herkesi şaşkınlığa düşürmekte. Bu hocaların, öğrenci söz konusu olduğu zaman insiyatifini kullanma hakkına sahip olmalarına rağmen bunu kullanmak istememeleri ister istemez kafalarda soru işaretleri oluşturuyor.
Usta çırak ilişkisinin bu denli zedelendiği ve saygı ortamının kaybolduğu bu ortamın yaratılması öğrencileri giderek daha fazla rahatsız etmeye başladı. Dahiliye polikliniklerinde birçok arkadaşımız hocalaramıza ya özel hastasından zaman bulamadığı için ya da fark ücreti yüzünden muayene olamıyor; aynı şey cerrahide, radyolojide ve bir çok anabilim dalında da aynı. istememenin erdem gibi görünmesi, oysa bu durumun normal olması, aksinin ayıplanması gerekirdi.Tabii tüm hocaları aynı şekilde yargılamadığımızı da tekrar belirtelim, duyarlı hocalarımızın olduğu da aşikar. Zaten sorun, meslektaşı olan öğrencilerden kâr etmek Öğrencilerin piyasalaştırılmış sağlık ortamıyla bu denli iç içe sokulması, hocalara ancak para vererek ulaşabilmesi, aynı hocalara pratik saatlerinde kadın programlarında rastlaması, hocaların yanında birçok kez mal mülk sohbetine maruz kalması, hastalara öğrencinin yanında özel muayenehanelerin kartının uzatılması, mümessillerle gayet samimi olunması ve daha nice akıl almaz olay son yıllarda birçok Cerrahpaşa öğrencisinin başından geçiyorken etikten bahsetmek ne kadar akıl kârı? Deonotoloji dersinin programlarda mevcudiyeti neden?
Hocalar sürekli nasıl doktor olunacağı hakkında telkinlerde bulunurken, kendi hareketleri oldukça ironik bir boyut kazanıyor. Halkın her zaman söylediği gibi “Doktorun dediğini yap, yaptığını yapma” anlayışı herhalde öğrenciyken almamız gereken en büyük derslerden biri. ZİLLİYET/ CERRAHPAŞA

14 Aralık 2009 Pazartesi

Gazeteniz ZİLLİYET, artık daha da kapsamlı..

Yazar kadrosunu genişleten, Cerahpaşa'nın gazetesi olan ZİLLİYET'in yeni sayısı 16 Aralık'ta!

Öğretim Üyesi Dağtımımız Başlamıştır! Düzenli isteyen öğretim üyerleri bize mail atabilirler..


Çarşamba görüşmek üzere...

ZİLLİYET
"onun-bunun-şunun" sesi

11 Aralık 2009 Cuma



Cerrahpaşa'dan TV'ye

Türkiye'de Kadın programlarına en çok konuk Profesör yetiştiren Fakülte: Cerrahpaşa Tıp Fakültesi

Hepimiz rahatsız oluyoruz; sabahın köründe uykulu uykulu onca trafiği çektikten sonra pratik hocamızı bulamamaktan, asistanlar tarafından kovalanmaktan, takılın serviste laflarından, tıbbi sekreterlik yapmaktan.
Belki hayat kurtaracak bir ameliyat, belki bize daha faydalı bilgilerle döneceği bir konferans, bir uluslar arası tıp kongresi olur bu bahanelerin arasında. Ama son zamanlarda yaşadığımız şüphesiz hiçbirimizin aklına gelmemişti. Hocamızı ararken, serviste girdiğimiz bir odadaki televizyonda kadın programında konuk olarak görmek, geldiğimiz son nokta.

ÇOĞU CERRAHPAŞALI!

Kadın programlarının konuk etmek için heveslendiği en büyük meslek grubu, doktorlar. Ama sıradan doktorlar değil, Profesörler. Fakültemiz öğretim üyeleri de bu konuda en çok rağbet görenlerden. Artık Hocalarımızı pratik ve stajlarda bulamamanın üzüntüsünü yaşarken, televizyonlarda boy gösterirken görmek; kah sevindiriyor(!), kah hüzünlendiriyor(!).

TIP EĞİTİMİ, AÇIKÖĞRETİM!

Böyle televizyondan TRT’deki açık öğretim dersleri gibi pratik takip etmek de zevkli aslında; bin bir çeşit magazine bilgi, güncelliğin ötesine geçmiş ve moda olmuş, birtakım hastalıklara memeleri pencereye mevzileyerek gününü geçiren teyzeler seviyesinde vakıf olabilmek, kimi zaman fondaki cinayeti ağzımız açık bir vaziyette izlemek... ZİLLİYET/ CERRAHPAŞA

10 Aralık 2009 Perşembe


İKİ FİLM BİRDEN!

Bayram Şahin sahinb01@gmail.com

Açılımların, kapanış olduğu, açılışlarla kapanışların bir olduğu, iki organizasyonun bire indirilip masraflardan kaçırıldığı, anlayacağınız “iki filmin birden” oynadığı bir perdeye bakıyoruz. Sinemanın sessizliği gibi susmamız, filmlere konsantre olmamız, ne verilirse onu almamız isteniyor. Filme bir eleştiri getirme hakkımız da yok. Perdedekiler Türkiye'nin en iyi aktörleri! R.Tayyip Erdoğan, paşalar, Baykal, Bahçeli... Başrolde R.Tayyip Erdoğan, güzel aforizmaların sahibi! “Kodu mu oturtan” cinsten, Kasımpaşa delikanlısı, Hollywood'un korkulu rüyası, Avrupa sinemasının aranan yüzü, Arabistan Yarımadası şeyhlerinin ağızlarının suyunu akıtan aktörü. Gazetelerde her gün boy boy pozlar veren; ön kapak yakışıklısı, seyirci sevdalısı! En çok alkışı toplayan! O!
Ünlü aktörün en son oynadığı “iki film birden”e köşe yazarlarından tepkiler gelince, amerikan aksanıyla konuştuğu Türkçe’yi bırakıp, “bir dakikalığına” da olsa, Yeşilçam jargonlarına dönüverdi. İlk yönetmeni Woody Allen böyle konuşmaması gerektiğini, onun gibi bir oyuncuya hiç yakışmadığını söylemişti ama o buna aldırış etmezdi. O yağız delikanlıydı. Ama belli ki sinirlenmişti köşe yazarlarına... İki çift lafı vardı... Sinemacılar derneğinin terasında her akşam her akşam boşa mı yemek ziyafetleri çekmişti yazarlara, ne çabuk unutmuşlardı! Kimileri de neden yemeğe gelmemişti ki? En çok da onlara sinirlenmişti. Onların suyuna gitmek için iki duble rakı mı içmesi gerekirdi acaba? Olamazdı bu, caiz değildi. Rakı ile iş bitseydi, bol anasonlu ne boğma rakılar yollardı yazarlara, sorun bu da değildi. Olmuyordu, ne yapsa yaranamıyordu. Pek tabii onda zaten hata yoktu. En iyi oyuncu oydu. “Oscar goes to R.Tayyip Erdoğan”ı duymadan gitmeyecekti bu diyardan, Bafta ya da Cannes ödülleri sıkıcıydı, zaten Sarkozy ile arası yoktu, gitmezdi Fransa'lara kıçı kırık Cannes ödülü için. Onun derdi bunlar değildi bu ara; şu köşe yazarları yok mu köşe yazarları, işte onlara kızmıştı. Sadece Türkiye’dekilere mi? Hayır! The Guardian, The Economist'in yazarları dahil. Niye onu “iki yüzlü” gösteriyorlardı ki? Niye “iki film birden”de oynadığı sahneleri beğenmiyorlardı? Olamazdı, olabilemezdi!

“ Köşe yazarları ne kadar az yazarsa, ülkede o kadar huzur olur”
R.Tayyip Erdoğan

Ergenekoncuları yargılarken, Kenan Evren'i neden yargılatmıyorsunuz?” diye sormayacaksın!

Abdullah Gül'ün demokrasi bekçisi gibi görünüp üniversitelerde, en düşük oyları alan rektör ya da dekan adaylarını atamasının anti-demokratik olduğunu söylemeyeceksin!

Hükümetin İsviçre’deki cami yasağına gösterdiği tepkisine binaen, mevzuyu Türkiye’de Aleviler için cemevleri yapılmamasıyla bağdaştırmayacaksın! Alevi köylerine neden inatla ibadet yerleri olmayan cami yaptıklarını sormayacaksın!

Laik bir ülkede Diyanet İşleri gibi bir kurumun ne işi var? İmam hatip liselerinin ne işi var? Başörtülüler neden üniversiteye giremesin ki? Bu mantıklı soruları sormayacaksın!

Eczacıları denetleyeceğine, aynı etkili ucuz ilaçları piyasadan çeken, pahalı ilaçları piyasaya süren, halkı soymak için bin bir türlü manevralara soyunan ecza tekellerini denetle demeyeceksin!

IMF direktifleriyle “mucize” olarak gösterilen sağlık sisteminde yapılan değişikliklerin, sağlığı paralı hale getirmek ve özelleştirmek için yapıldığını söylemeyeceksin!

Hükümet “Demokratik Açılım” yapacaksa, yaptığını iddia ediyorsa DTP'nin kapatılması konusunda AKP'nin kapatılması konusundaki gibi tavrını net olarak ortaya koysun demeyeceksin!

Anlayacağınız susacaksın! “İki film birden”i hiç mi hiç eleştirmeyeceksiniz! Yoksa ünlü aktör R. Tayyip Erdoğan, değil röportaj, değil bir fotoğraflık poz, size pas bile vermez! Apışıp kalırsınız!
Ey Vatandaş!
Polis misiniz Kuzum?

NAZIM YILDIZ ZİLLİYET/ Cerrahpaşa

Duyarlıyız elhamdülillah, nerede bir bozukluk, nerede bir düzensizlik, atıyoruz elimizi.

Aklıma gelenleri sıralayacağım, teşekkürdür apaçık!
16 Şubat 1969, tüm dünyada 68 kuşağı etkisini gösteriyor. Türkiye bu hareketten ayrı değil. Hatta dünyadaki birçok ülkenin ötesinde, olaya
ciddi teorik bir boyut kazandırıyor diğer doğu ülkelerindeki hareketlerle
beraber. Müzik festivallerinin ötesine geçiliyor. Herkes hemfikir; Amerika’nın üçüncü dünya ülkelerindeki etkinliğini azaltması hatta elini tamamen çekmesi gerekiyor. Bir taraftan da bu amaç doğrultusunda NATO gibi ABD güdümlü örgütlenmeler protesto ediliyor. İşte o gün Beyazıt’ta 40 bin kişi vardı. Altıncı Filo’yu def etmek için uğraş veriyorlardı. Vietnam’da, Kamboçya’da olanlar ortadaydı. Vietnam Savaşı sürerken Amerika, Kamboçya’da PolPot’u silahlandırıyor, ölüm tarlalarında Amerikan menşeili kurşunlarla vurulmuş cesetler yatıyordu. Beyazıt’ta bu ölümlere karşı yürünecekti. Mehmet Şevket Eygi köşesinden kızıl kafirlere karşı Müslüman kardeşlerini savaşa çağırıyordu. Amerikan emperyalizmi ile dinci-gerici oluşumlar kucaklaştı. Eylem yapanlara polisle beraber binlerce sağcı-gerici vatandaş müdahale etti. Duran Erdoğan ve Ali Turgut Aytaç öldürüldü. Vatandaş asli görevini (?) yerine getirmişti.

Fazla uzak örneklerle yazıyı boğmayacağım. Tarih 30 Ağustos 2006. Birkaç haftadır Lübnan’a Türkiye’nin de asker göndermesi olasılığı konuşuluyordu. Zafer Bayramı kutlamaları sırasında bir grup genç eylemci, etik anlayışlarının gerektirdiğini yapıyor ve “İsrail askeri olmayacağız” diye bağırıp pankart açmaya çalışıyordu. Kim derdi ki birkaç sene sonra başbakanları Erdoğan da aynı noktaya gelip Davos’ta İsrail’e -şakacıktan da olsa- “racon kesecekti”. O gün orada vatandaşlar bilinçliydi, sorumluluk sahibiydi. Gençleri linç ettiler, dövdüler. Sonra polise teslim ettiler. Üstelik görevlerini başarıyla icra etmiş bu topluluk, kocaman bıyıklı Celalettin Cerrah’tan da bir tebrik alacaktı. 31 Ağustos sabahına Cerrah’ın “Vatandaş güzel, yerinde bir tepki verdi” sözleriyle uyandık nitekim –Allah söyletti-
1 Mayıs 2009’da vatandaş yine eylemcileri durdurma konusunda kararlı bir davranış gösteriyordu. Hatta Firuzağa’nın korsan taksicisi, ahlaklı her vatandaşın yapacağını yapıp bir sopayla, o nifak tohumuyla dolu eylemci kafalarından birini patlatıyordu.
6 Ekim 2009’da IMF ve Dünya Bankası’na karşı yapılacak eylemlere de vatandaş tepkisi damgasını vuruyordu. Sert eylemcilere müdahale eden vatandaşlar, köşeye sıkıştırdıkları insanları hastanelik ediyordu. Ancak daha vahim olansa bütün gösteri boyunca elinde sadece “Gül Güçtür” pankartı taşıyan, bembeyaz giyinmiş yabancı bir göstericiyi dövmeleriydi. Polis panzerine bile direnen göstericiyi yoldan tekme tokat döverek çekmek vatandaşa kalmıştı. Vatandaş görevinin başındaydı.
Vatandaş görevinin başındaydı ve devletinin bekası için gerektiğinde o devletin memurlarına bile girişebilirdi. Şiddet yetmeyince malını, parasını da ortaya koyardı. Nitekim –yine mi, ne oluyor kuzum- 25 Kasım’daki genel grevde Eskişehir Garı’nda görev bırakan makinisti yakalayıp alıkoydular. Makinistin kararlılığını görünce mesaisini tamamlaması halinde fazladan para vermeyi de teklif ettiler.
Onlar iyi insanlardı. Takımerkinin emrettiği gibi, eylemlilik halinin bastırılması için ellerini kirletmekten çekinmezlerdi. Lakin eylemciler de “analarını alıp gidecek” değillerdi.
Nitekim hala buradayız –hayırlara vesile olsun inşallah, kimin “nitekimiyse”-

ECZACILAR EYLEMDE

Eczacılar kepenk kapattı, sokağa çıktı. Eczacılar bu sefer, SGK’nın ilaç fiyatlarındaki keyfi indirimine karşı kepenk kapattı.

Enis Akyüz ZİLLİYET/ Cerrahpaşa

Hükümetten gelen “kapatırlarsa…” diye başlayan tehditlere rağmen eczacılar 4 Aralık günü kepenk kapattılar, belirlenen nöbetçi eczaneler dışında ilaç satışı yapmadılar. Kapalı kepenklere yapıştırılan notta “Teker teker kapanacaktık, hep beraber kapattık/Bugün kapalıyız, yarını bilmiyoruz” yazıyordu. SGK’nın aldığı, kamuya satılan ilaçların fiyatında ıskonto kararının, sadece eczacıların sırtına bindirilecek bir yük olduğunu söyleyen İEO başkanı Semih Güngör, “Kamu ilaç harcamalarının beş yıldır katlanarak arttığı ülkemizde ilaç şirketleri son krizden büyümeyle çıktıklarını açıklarken eczanelerin içine sokulduğu çıkmaz son düzenlemelerle iflas anlamına gelmektedir. Hükümet, SSK ilaç fabrikasını kapatarak, ilaç tüketimini kışkırtarak ve ilaç fiyatlarını Avro’ya endeksleyen 2004 İlaç Fiyat Kararnamesi ile bugün sorunun ana kaynağı olan on milyarlarca dolarlık ilaç harcamasının yolunu açmış oldu.” şeklinde konuştu.

Provizyon sistemi kapandı!
Kepenk kapatma eylemi sırasında, normalde 24 bin eczaneye hizmet veren SGK’nın provizyon sistemi, nöbetçi kalan 2 bin 500 eczaneye hizmet veremedi. Türkiye Eczacılar Birliği durumu kınayarak bunun eczacılarla halkı karşı karşıya getirmek için yapılmış bir hareket olduğunu söyledi. Provizyon sistemi, hastaların eczaneden ilacı alması için onay veren sistem olduğundan nöbetçi eczaneler halka ilaç dağıtmakta zorlandı.


İlaç iskontosuna neden karşı çıkıldı?

SGK’nın aldığı, kamuya satılan ilaç fiyatlarında iskontoya gidilmesi kararına itiraz; bu indirimin ilaç firmalarından çok eczacıların sırtına bindirilmesinden kaynaklanıyor. Çünkü eczaneler, ilaçları stok hâlinde almak zorunda. Fakat kararname, eczacıların stoklarını eritmesini beklemeden uygulamaya giriyor.
Dolayısıyla bir eczacı, ilaç firmasından normal fiyata aldığı ilacı kamuya düşük fiyattan satmaya zorlanıyor. Ve ilaç sattığı için zarar ediyor! TEB, yaptığı açıklamada, eylemin tek nedeninin zarar olmadığını, bu yasayla küçük sermayeli, özellikle bir köyde veya kasabada tek olan eczanelerin kapanmak zorunda kalacağını söyledi.

İlaçlar süpermarkette mi satılacak?
Eczacılar son dönemde hükümetle sık sık karşı karşıya geliyor. Sorunun esas kaynağının, IMF’nin ülkedeki ilaç satışlarını uluslararası sermayeye açma niyetinin olduğu, bunun yolunun da ülkedeki çoğu eczaneyi kapanmaya zorlayacak yöntemler sonucunda yetersiz kalacak eczanelerin bahane gösterilerek ilaç satışlarının önce zincir eczaneler yoluyla ve nihayet süpermarkette ilaç satışına izin vererek yapılacağı söyleniyor. TEB de yaptığı açıklamalarda hep düşük cirolu eczanelerin kapanma tehlikesi olduğunu, bu uygulamalar değişiklik olmadan yürürlüğe girerse 2010 sonunda düşük cirolu 7 bin eczanenin kapanmak zorunda kalacağını söylüyor.

Ev Arkadaşı

Yan odadan üzerinde sadece iç çamaşırıyla çıktığında şaşırmadığınız kişi ev arkadaşınızdır. Dışarıda çok iyi anlaşıp da eve çıktığınızda birbirinizi yemek veya hiç tanımayıp da çok sevmek gibi enteresan yaşamsal ilişkiler kurduğunuz, bir nevi hayat arkadaşlık görevini belli bir dönem üstlenen insandır.
İstanbul’da ya da Avrupa’da, ev okula yakın olsun diye gereksinim duyulan, içi kabak olabileceği gibi kanlı canlı görünen tatlı ve de lezzetli çıkabilecek bir karpuz çeşididir bizim gibi öğrenciler için. Mahpushanelerden ve de mafya ortamından sonra kendine ait raconu ve etik kuralları olan bir ortamdır ev ortamı. Neden böyle anlamlar yüklenmişse onu da hiç anlamam ama neyse, insanların sınır koyma gereksinimlerini isimlendirmeleri böyle olmuştur herhalde.
Gariptir ev arkadaşı, o evde yokken insanın ne temizlik yapası ne bulaşık yıkayası gelir; bazen evdeyken bile böyle hissedersin. Tabii kıl bir ev arkadaşın varsa. Yalnız yaşamayı seven tipler de vardır tabi ama fatura ödeme zamanı geldiğinde onlarda yana yakıla ev arkadaşı arama işine girişeceklerdir sanıyorum. Evi otel gibi kullanan, sadece geceleri gelen, geldiğinde sizi uykunuzdan uyandıran, uyandığınızda da neden bu saatte yattığınızı soran, insanı o saatte şekilden şekle sokan tipler de vardır. Ev arkadaşlığı da fraksiyonlara ayrılmıştır: zorunlu ev arkadaşı, sevilen ev arkadaşı, sevilmeyen ev arkadaşı, internetten bulunan ev arkadaşı, arkadaşın arkadaşı veya eve dahil olmayan ama evden çıkmayan ev arkadaşı gibi...
Evde tek internet bağlantısı ve tek televizyon olunca, bencil kişinin* ikisini de kullanmak istemesi sonucu çekilmez hale gelen, banyodaki kıl yumağının, mutfakta biriken bulaşığın, dağınık ev halinin, sigara ile dolmuş bir küllüğün, atılmayan çöplerin vb. sebebini sorduğumuzda “Sen niye yapmadın” cevabını veren insandır kimi zaman. Bazıları yüzsüzdür de hani, bulaşık sırasının hiç denk gelmediği, temizlik günlerinde evde olmayan ama arkadaşlarla sohbeti hiç kaçırmayan, alışveriş zamanı hasta olan envai çeşit bahanelerle işten kaytaran ama sonunda gönlünüzü alan tipleri de vardır.
Uzun bir süre ev arkadaşı arayıp ta kim olsa razıyım dediğimiz dönemler olmuştur elbette. Çaresizlik anlarında önümüze çıkan insanlara “Çok iyi adam be, ben bu adamla çok iyi anlaşırım” dediğimiz de olmuştur “Ama”, ama olan olmuştur. Hayatın bu dönemlerinde insan nasıl timsal-i sabır olduğunu anlar ve içten içe gurur duyar kendiyle, bittiği gün içten içe sevinir ama eve olan harcama paylaşımı sırasında o arkadaşlık selam ilişkisini bile geride bırakır.
Velhasıl-ı kelam, üzerine daha söylenecek birçok sözün olduğu ilişkidir ev arkadaşlığı. Yaşadıklarımız bazen rastgele, bazen planlı, bazen sıradan, bazen orjinal, bazen karışık, bazen düzayak, bazen kolay, bazen zor... Tüm bu tanımları daha da çoğaltabiliriz. Sonuçta herkes kendi deneyimini yaşıyor, öğreniyor, tekrar yaşıyor, tekrar öğreniyor. Cevapları bulabildikçe deneyebilirsin sana uyanı. Bu bir yaşamdır, bir gün sonu olan, iyi ya da kötü. Hatırlandıkça gülünen ve de her şekilde özlenen…

Eren Özgür/ ZİLLİYET

8 Aralık 2009 Salı

ZİLLİYET YENİ Sayı-

ZİLLİYET'in yeni sayısı yarın CERRAHPAŞA'da!

Dolu dolu, 8 Tam Sayfa!

Kaçırmayın!!!


ZİLLİYET
"onun-bunun-şunun" Sesi

2 Aralık 2009 Çarşamba

AIDS ölüm değildir!

AIDS ölüm değildir!

1 Aralık Dünya AIDS günü, AIDS'ten korunma adına yapılabileceklerin göz önüne getirildiği ve AIDS'li hastaların Dünya genelinde yaşadığı soyutlanmanın aşılabilmesi için üzerimize düşen görevlerin hatırlandığı pek çok etkinliğe sahne oldu.


AIDS hastalığı görmeyi reddettiğimiz bir felaket. Hastalığı ahlaksızların, AIDS kapmak için arananların, ölmeyi hak eden insanların hastalığı olarak göreduralım, yanıbaşımızdaki felaket büyümeye devam ediyor.

AIDS hastaları pek çoğumuzun fark etmeden tadını çıkardığı sağlık, eğitim, barınma hakkı gibi temel haklardan bile mahrum kalıyor. Toplumda, tehlikeli, hastalıklı, öteki, günahkar gözüyle bakılan bu hastaları asıl öldüren hastalıkları değil, bizim önyargılarımız oluyor.

Bu önyargıların aşılmasında önemli bir görev de biz hekimlere düşüyor.

AIDS'ten korunma konusunda bilgisi sıfır olan toplumumuzdaki yerleşmiş komik dedikodular da hastalığın yayılmasını kolaylaştırıyor.
Sünnetin AIDS'ten koruduğunu düşünen, AIDS'i bir Nataşa hastalığı zanneden, Türklerde görüleceğine inanmayan, hatta AIDS'in adını bilmeden kucağında gezen kişiler bir saatli bomba gibi geziyor.




AIDS'li çocuklar ilkokula bile gidemiyor, daha doğmadan kaderleri çizilmiş bu çocuklara sınıf arkadaşları öcü gözüyle bakıyor. AIDS'li olduğu bilinen kişiler işten çıkarılıyor, bu kişiler hastalıklarını gizlemek zorunda kalıyor.

Felaketi önlemenin en kolay yolu ise çevremizi bilgilendirmekten geçiyor.








Orana-Burana-Şurana... Heryerine
KONDOM!
Her kesimden kadın/erkeğin hastalığı olan AIDS ile savaşmanının yolu AIDS'li bireylere "öteki" muamelesi yapmak değil! Kendinizi HIV'den korumanın en etkili yolu KONDOM!

Orana-Burana-Şurana...Her yerine KONDOM!

Ona-Buna-Şuna...Herkese KONDOM!

Kondom, Kondom, Kondom!

Kondom da Kondom!!!

Haber: Bayram Şahin/ Baturalp Güner/ Cerrahpaşa ZİLLİYET

25 Kasım Grevi:Bayram Arefesi
Hükümete Uyarı Ateşi Açıldı


Hep cinlik yapacak hükümet değil ya, bu sefer çalışanlar cinlik yaptı ve bayramdan bir gün öncesini grev ilan etti :). 25 kasım günü hayat tüm Türkiye'de durma noktasına geldi. Ama bu durağanlıktan sonra öğlene doğru yükselecek çığlığın sebepleri vardı




Son 2 yıl içerisinde elektriğe %70, doğalgaza %50,ulaşıma %35 zam yapan hükümet, bunlar yetmezmiş gibi halka sen dur daha seni nasıl soyup soğana çeviririm dermiş gibi görünüyor. Fakat hakkını vermek gerek, memura da zam var! %2.5+2.5 zam gayet mantıklı görünüyor yukarıdaki anlayışa. Hükümetin halka bakış açısına göre tutarlı bir davranış.

Pek çok sendikanın katıldığı 25 Kasım grevine siyasi partiler de destek verdi. Sabah İstanbul tıp fakültesi önünde toplanan memurlar Beyazıt a doğru yürüdüler ve Beyazıt meydanında açıklamalarını yapıp, halaylarıyla, bütün coşkularıyla Danıştay kararıyla olan yasal haklarını sonuna kadar kullandılar.

Beyazıt meydanında KESK başkanı Sami EVREN toplu görüşme" değil, eşit koşullarda toplu iş sözleşmesi masası kurulmasını istediklerini, hükümetin bundan kaçtığını belirtti. Eğer bu haklar verilmezse grevi büyütürüz diye konuştu. Hükümete 1989 bahar eylemleri hatırlatan Evren, grevi destekleyen herkese teşekkür etti.
Greve destek vermeyen Memur-Sen için ‘’ Et olmayınca unla, bulgurla yapılan köfteye yalancı köfte denir" diyen Evren, grevi yasadışı diye adlandıran hükümete katılan MEMUR-SEN'i de yalancı köfteye benzetti.

Memurlar ne istiyordu peki? Toplu iş sözleşmesinin kabul edilmesini, bozulan ekonomi karşısında insanca yaşamak adına düzgün bir zam, çalışana hak edilen değerin verilmesi, eğitimin parasız hale getirilmesi,sağlıktaki sorunların giderilmesi ve bir çok memur odasının kendi özel sorunları. Bütün bu hengamenin içinde hükümet memurları duymazdan gelip tehditlerine devam etti. Hükümet sözcüsü cemil çiçek muz devleti olmadığımızı memurların yasaları çiğnediğini ima etti ve tehditlerine devam etti.

Velasıl kelam memurlar, ’’bu ülkenin asıl sahipleri’’ işlerini bir günlüğüne de bıraksa ülkenin ne hale geldiği açıkca görüldü.

Haber: Eren Özgür/ ZİLLİYET
Dört buçuk saatte yeni bir hayat
Gökhan İpek yönetimindeki ekip Cerrahpaşa'nın ilk kalp naklini gerçekleştirdi


Fakültemizin Hastanesi'nde yapılan ilk kalp nakli ameliyatıyla beyin ölümü gerçekleşen 45 yaşındaki E.K'nin kalbi 36 yaşındaki S.E'ye nakledildi.

Fakültemizden yapılan açıklamada, Kalp Damar Cerrahisi Ana Bilim Dalı öğretim üyesi hocamız Sayın Prof. Dr. Gökhan İpek ve ekibi tarafından tıp literatürüne geçecek bir kalp nakli gerçekleştirildiği bildirildi.

Açıklamada, ameliyatla daha önce iki kardeşini kalp kası gelişme bozukluğu nedeniyle kaybeden S.E'nin yaşama ikinci kez ''merhaba'' dediği belirtilerek, şu bilgilere yer verildi:

”Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde beyin ölümü gerçekleşen 45 yaşındaki E.K. adlı erkek hastanın kalbi, İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Kalp Damar Cerrahisi Kliniğinde kalp kası rahatsızlığına bağlı kalp yetmezliği bulunan 36 yaşındaki S.E. adlı kadın hastaya 19 Kasım tarihinde, kalp damar cerrahisi alanında birçok başarılı çalışma yapan Prof. Dr. Gökhan İpek, Doç. Dr. Suat Nail Ömeroğlu ve ekibi tarafından başarılı bir operasyonla nakledildi. Beyin ölümü gerçekleşen 45 yaşındaki E.K, kendisinden çıkarılan kalple 36 yaşındaki S.E. adlı hastaya can verdi. ''

Yazılı açıklamada görüşlerini aldığımız Sayın Prof. Dr. Gökhan İpek, gerçekleştirdikleri ameliyatın fakültemizin şanlı tarihinde bir ilk olduğunu ifade ederek, şöyle dedi:

“36 yaşındaki bir bayan hastaya bu kalbi taktık 45 yaşında ki bir erkek hastadan aldığımız kalbi naklettik. Bu bayan hastanın 25 ve 27 yaştaki iki erkek kardeşi vefat etmişler hastamız ise son noktaya gelmiş ablalarıydı. Genetik bir hastalık dolayısıyla kalp kasının gelişmemesi ve bunun neticesinde Noncompaction Kardiyomyopati olmuş bir hastamızdı belki altı aylık ömrü bile sürmeyecekti ama bir şans yakaladı ve böylece kendisine başarılı bir kalp nakli ameliyatını ekibimizle yaptık tıp fakültemizde ilk kez bir kalp nakli ameliyatı yapılmış oldu. Bu Cerrahpaşa Tıp Fakültesi için tarihi bir önemi arz ediyor. Günümüzde kalp naklinden sonra on yıl yaşama yüzdesi %75 lere kadar çıkmıştır eğer siz hastalara bu imkânı sunmazsanız bu hastaların bir yıl içerisinde %40ı ortalama olarak iki yılda da hastaların tamamını kaybetmekteyiz. Kalp kası gelişme bozukluğu nadir görülen bir hastalık olmakla birlikte kalp nakli dışında bir tedavisi mümkün değildir. Böyle hastaların kalp nakli ameliyatları ile yarar göreceği düşüncesi hekimlerimizde yaygınlaşırsa bu tip hastalarda yaşam süresinin uzaması ihtimali artacaktır. Dolayısıyla kalp nakli hastalarımıza yeni bir açılım sağlamaktadır.”

Ameliyat anını ise hocamız şöyle anlatıyor:
20 Kasım 09 tarihinde gece bir buçuk gibi ameliyata başladık beş buçuk gibi ameliyatı bitirdik hastamız 24 saatlik yoğun bakımını başarıyla atlattı. Hasta gayet iyi uyanık ve
konuşabiliyor ve bu yoğun bir süreçtir kalp naklinden sonra yoğun bakım ve tedavilerinin devam etmesi kalbin reddedilmemesi için immunosupresif tedavi ve gerekenler yapılacak sonuç olarak en önemli safhayı başarıyla atlatmış bulunmaktayız.” dedi.

Haber: Battal Emre Şahin/ Cerrahpaşa ZİLLİYET